Lise son sınıf öğrencileri,
edebiyat dersinde, son bir
haftadır meşhur, "Leyla ile
Mecnun" hikayesini
işliyorlardı. En ince
ayrıntıları na kadar konu
ele alındı. Artık son dersin
son dakikaları idi. Öğretmen
sınıfa sordu:
"Arkadaşlar, son olarak
sormak ya da eklemek
istediğiniz bir şey var mı?"
Arka sıralardan bir öğrenci
söz istedi:
"Hocam, ben herşeyi anladım
da bir konu var tam
kavrayamadığım. Bu Leyla,
Mecnun'un nesi oluyordu
acaba?"
Öğrenciler gülmekten,
öğretmen ise sinirden
bayılmak üzere idi.
Bu, fıkra ya da yaşanmış
olay her aklıma geldiğinde
ben de sorarım kendi
kendime. Sahiden de Leyla,
Mecnun un nesi oluyordu?
Kız arkadaşı mı? Yoksa
yavuklusu mu? Belki de
çıktığı kız, girl frendi
yani. Çatal karası,
çingenesi bile olabilir.
Platoniğim ya da aşkım mı
diyordu sizce Leyla ya? Kim
bilir belki de çıtır simidim
falan derdi. Açmamış gonca
gülüm demesi de kuvvetle
muhtemel bence. İsterseniz
bir de şaire kulak verelim:
"Leyla bir özge candır, kara
gözlü ceylandır." Vay be..
Leyla Mecnununa ya da Mecnun
Leyla sına kavuşabilseydi
şayet yüzyılların imbiğinden
süzülüp gelirler miydi
dersiniz? Ferhat ile Şirin,
Romeo ve Jüliet, Kerem ile
Aslı, Ayşe ile Memed...
Hikayenin hikaye olabilmesi
için galiba bol miktarda
"acı" gerekiyor değil mi?
Meşhur Lübnanlı yazar Halil
Cibran, Ermiş adlı eserinde:
“Kederin varlığınızda açtığı
oyuk ne kadar derin olursa,
taşıyabileceğiniz sevinç o
kadar çok olur” diyor. Ben
de başka bir deyişle,
"galiba, mutluluk tohumları
en güzel, keder tarlalarında
ve hüzün ikliminde, gözyaşı
yağmurları ile yeşeriyor"
diyorum. Lay lay lom
aşkların, bom bili bili bom
aşıkları hiç boşuna
uğraşmasınlar. Gerçek aşkı
tanımak adına o kadar zor
bir zamanda doğdular ki tek
çıkar yolları var: O da
gerçek aşk ikliminin
sultanlarının dizleri dibine
oturmak. Yanmak, yanmak,
yanmak. Pervane böceği gibi
uçuşup durmak ateşin
çevresinde ve dayanamamak,
atılıp kalmak nar-ı aşkın
kor yangınına. Ve geçmek. Ve
geçip gitmek. Şehirleri,
caddeleri, sokakları, köşe
başlarını, parkları ve
meydanları bırakmak
diğerlerine. Her bir tarafı
umman-ı aşkla çevrili adalar
yaratmak sevgiliye. Uçup
gitmek, kaçıp gitmek, göçüp
gitmek, geçip gitmek
umarsızca. Başakta tane
olmak varken neden tarlada
başak olasın ki? Petekte bal
olmak dururken neden kovanda
petek olasın ki? Şarkıda
nağme olmak varken neden
kitapta şarkı olasın ki? Şu
evrende var olmuş, var olan
ve var olacak ne varsa; her
birinin özü var. Özünün de
özü var. Peki ama aşkın özü
ne? Dünyanın ve evrenin bu
en büyük mutluluğunun özü
hüzün, sevincinin özü keder,
vuslatının özü ayrılık.
Cohelho Simyacı da: "Aşk,
sevdiğin nesneye sahip olma
duygusunu da yanında
getiriyor" diyordu. Peki
sahip olmak aşkı ne hale
getiriyor dersiniz? Aşk, bir
arayış değil de nedir acaba?
Aşk, aşık olunan şeyin özünü
aramadır. O özü bulup
çıkarma, ona sahip olma,
onunla yekvücut olmadır.
Sen, o olursun, geçersin.
Aşk, geçmektir. Öğretmen
kısa süreli bir şaşkınlıktan
sonra kendini toparladı ve
sınıfa döndü: Arkadaşlar,
Leyla, Mecnun un her şeyi
idi. Leyla ateşti, Mecnun
pervane. Leyla evrendi,
Mecnun koskoca bir hiç.
Leyla topraktı, Mecnun
yağmur. Leyla bir yoldu sonu
olmayan, Mecnun bir yolcu
"öz" arayan. Leyla, Mecnun
un nesiydi biliyor musunuz?
Sınıfta çıt çıkmıyordu.
"Leyla, Mecnun un hiç bir
şeyiydi. Mecnun zaten
Leyla'ydı."
Zil çaldı ve paydos oldu.
Hepsi ağlıyorlardı.
Oturdukları yerlerde
kalakalmışlardı. Ne kadar
çok istediler, gerçekten
sevebilmeyi, en kutlu
anlamıyla "aşık"
olabilmeyi... |